29 Şubat 2012 Çarşamba

Half Life Efsanesi

Hayatımda Gordon Freeman'ın sesi neye benziyor diye merak ettiğim kadar başka hiçbir şeyi merak etmemişimdir. Bir insan bu kadar ketum olupta, aynı zamanda bu kadar hareketli olabilir mi?

İlk oyunu 1995 yılında duyurulmasına rağmen Valve'nin daha sonra alışkanlık haline getireceği geciktirmeler yüzünden 1998 yılında çıkmıştı. O zamanlar henüz bilgisayarım yoktu ve internet kafelerin yaygınlaştığı bir dönemdi.Kafelerde Half-Life'ın mutliplayer modu büyük ilgi gördüğü için her oturduğunuz bilgisayarda onu bulmanız mümkündü. Fakat kimse tek kişilik versiyonunu oynanmıyordu. Kendime sabit bir bilgisayar belirleyip memur nidasıyla her gün internet kafeye giderek bitirmiştim ilk kez Half-Life'ı. Hatta belirli bir seyirci kitlem bile olmuştu. Her gün aynı saatte bilgisayarın başına toplanıp "hacı şuraya git düğmeye tıkla" gibi taktikler veren bir kalabalığın içinde oyunu bitirmek için sarf ediyordum.

Tabi izleyiciler aslında yararlıydı. Oyunu birden fazla kişiyle oynamanın tadını defalarca farklı oyunlarda almışlığım var. Ve her seferinde çok büyük haz duymuşumdur. Başka zamanlar, birinin siz oyun oynarken klavyenize dokunmasından hoşnut olmazsınız ama bir gurup ile oyuna adapte olduğunuzda, herkesin elinin bir düğme üzerinde olduğunu anlamıyorsunuz bile. (Hele eli R tuşundan ayrılmayan bir çocuk vardı. Şarjör bakanı yapacaktım onu biraz daha sürseydi oyun.)

Half-Life'ın ilk oyunu konu ve oynanış bakımından kesinlikle devrim olmuştu. Zamanının çok ötesinde grafikleri ve ilk yarım saatinde hiçbir şey vadetmediği halde "ulen şurdaki yanar dönerli şey ne" diye merak edip saf saf dolanmamızı sağlamıştı. Black Mesa içinde gerçek anlamda yaşayan ve işleyen bir tesis olduğuna inandırıyordu bu oyun.

Ardından çıkan Opposing-Force, Blue-Shift gibi yan oyunlarının da ilk oyunla olan bağlantıları beni benden almıştı. (Hele Blue-Shift da "buradan ben ilk oyunda geçmiştim" veya "o giden Gordon değil mi ya?" dediğim yerler gerçekten çok zevkliydi.)

Sonra çıkan Half-Life 2 ise Valve'nin farkını bir kez daha ortaya koymuştu. 2004 yılının oyunlarına göre yine devrim sayılacak bir grafik motoru ve çok az sistem gereksinimi istemesiyle bizleri bir kez daha etkilemeyi başarmıştı. Konusu artık daha aksiyon dolu ve daha canlıydı. Valve'nin, ileriye yönelik yazdıkları konu sayesinde oyunun devamı olan EP1 ve EP2 de bir o kadar zevkliydi.

Ancak işler,Crysis ve Call of Duty Modern Warfare'in çıkmasıyla kötüye gitmeye başladı. Grafik motoru anlamında gerçekçiliğin sınırlarını zorlayan bu oyunlar Half-Life'ın görünüşünü ikinci plana atmışlardı. Haliyle yeni bir grafik motoru ile gelmesi gerektiğini fark eden Valve, EP3 ü genel anlamda bitirmelerine rağmen çıkışını erteledi. Fakat bu erteleme baya uzun sürdü. Çünkü Valve kendisine yaraşır ve yeni çağa uygun bir oyun motoru yazmakta zorlandı sanırım.

Oyunlar sadece oyunculara yönelik yapılmazlar aslında. Bir oyun, o oyunun motorunu tanıtmak için piyasaya sürülür. Half-Life 2, kendi oyun motorunun ekmeğini yeterince yedi. Şimdi ise yenilikçi grafiklerle gelmeleri şart oldu. Ancak bunun daha ne kadar süreceğini bilmiyorum. Umarız -ki ummaktan başka bir şey yapamıyoruz- bu yıl içinde çıkar.

(Bir de şu mavi takım elbiseli G-Man'e değinmeden edemeyeceğim. Gordon ile karşılaştıklarında, Gordon olarak bir kere olsun ağzını açta "la hacı sen kimsin ya?" diye sor be adam. Ağız isali olmuş gibi konuşmasını dinliyorsun sadece.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...