1 Haziran 2012 Cuma

Yaseldin

Sunucunun megafonda yükselen sesiyle gözlerimi kapatmıştım.

Ve karşınızdaaa, Yaseldin.

Zihnimi boşaltmam gerekiyordu. Yapmayı öğrenmek için zorlandığım şeye konsantre olmalıydım. Haykırışlar ve ıslıkların uğultulu olarak kulağıma geldiği bu kapalı yerde, olabildiğince sakin kalmalıydım.

Gözlerimi açtığımda yirmi metre yüksekliğindeki çadırı ayakta tutan iki direkten birinin neredeyse tepesinde olduğumu hatırladım. Üzerinde durduğum yuvarlak, tahta zeminden karşıki direğe gerilmiş halatın tam önündeydim. Burnumdan derin bir nefes alarak kollarımı açtım. Gözlerimi kapatarak halata doğru ilk adımımı attım. Üzerime geçirdikleri beyaz, bedenime yapışan giysi rahatsız edici olsa da, halatın üzerinde yürümem için gerekli dengeyi bana sağlıyordu.

Altı yıldır buradaydım. Tehlikeli birçok şey yaptırdılar bana. Korku dolu yılların ardından her şeye alışmıştım. Belki de artık umursamıyordum. Ölmek beni eskisi kadar korkutmuyordu. Nasıl olsa, çok geç olmadan bir şekilde ölecektim.

On iki yaşındaki bir kız çocuğu için güzel cümleler değildi bunlar. Ama ben diğerlerinden farklıydım. Onlar gibi yaşamayı hak etmiyordum. Onları eğlendirmek için bir araçtım sadece.

İpin üzerinde bir adım daha attığım zaman altımdaki ışık denizi gözlerimi kör edercesine parlamaya başlamıştı. Flaşların patladığı, herkesin küfürler edip, ıslıklar çalıp, bağrışmalarının yankılandığı bu yer, hayatımda en sevdiğim alandı. Burada herkesten uzaktaydım. Onların nefretle ölmemi istercesine bağırışlarından başka hiçbir şey beni incitmiyordu burada. Çadırın en karanlık, diğerlerinden en uzak yeriydi burası. Ölüme en yakın olduğum, ama yaşamayı en çok sevdiğim yerdi burası.

Bu sirk çadırına ilk geldiğim zamanları hatırlıyorum. Altı yıl önceydi. Büyük isyan başlayalı bir ay olmuştu. Masallarda anlatılan binlerce yaratık saklandıkları oyuklardan çıkarak yeryüzünü istila etmişlerdi. İnsanların, çoğuna hayranlık besledikleri yüz binlerce canavar, hak ettiklerini iddia ettikleri hayat için bizleri yok etmeye başlamışlardı. Hala bir yerlerde kendilerini savunmaya çalışan insanlar olduğunu duyuyorum. Ama çok sürmeyecek. Onları da avlayacak ölümsüzler ordusu.

Şehri istila ettiklerinde ailem, son tahliyeye katılmamanın pişmanlığını yaşıyordu. O yaratıkları bir ay içinde ortadan kaldıracaklarını söyleyen hükümetler yanılmıştı. Onlar her yerdeydi. Her ayrıntıyı hesaplamışlardı. Dünyayı yok etmek için sadece yeryüzüne çıkmaları yetmişti.

Şehrin büyük bölümü istila edilmişti. Yaşadığımız apartmana kadar geldiklerinde, annem beni giysi dolabına saklamış, babam ise çiftesini dolduruyordu. Ardından yatak odasından çıktı. Annem, endişeyle, ayakta elleriyle ağzını kapatmış şekilde bekliyordu. Kapalı dolabın içine doğru titreyen sesiyle konuşup beni sakin tutmaya çalışıyordu.

Ne olursa olsun oradan çıkma kızım. Ne duyarsan duy ses çıkarma. Seni alacağım tamam mı. Ses çıkarma yavrum. Her şey düzelecek.

Sesi gittikçe incelmişti. Ağlıyordu. İnanmadığı sözler vererek beni kurtaracağını düşünüyordu. Kim olsa onun yaptığını yapardı nede olsa.

Cam kırılması sesinin ardından iki el tüfek sesi yükselmişti. Sonra babamın çığlığı geldi. Ardından yere düşen sert bir top sesi gibi bir gürültü. Ve hemen peşinden, sonraki iki dakika boyunca nefes almamı unutmama neden olacak sesler.

Ne olur beni öldürmeyin. Ne isterseniz…

Ve sessizlik. Vampirlerin benim kokumu almaları çok uzun sürmemişti. Dolabın içinde çaresizce bekleyen kız çocuğunu yanlarına almışlardı. Merhamet için değil. Onların eğlencesi olmam için eğittiler beni. Sirkte inanılmaz numaralar yapan bir köpeği izlerken kapıldığımız heyecana, onlar insan yavrularını izlerken kapılıyorlardı. Güçsüzdük. Çaresizdik. Bir insanın ip üzerinde yürümesi dahi büyük yetenek gösterisiydi onlar için.

Halatın ortasına vardığımda, aşağıdaki küfürler ve ıslıklar daha da artmıştı. Bir kurt adamın kükremesi ile sentorun ön ayaklarını yere vurarak çıkardığı sesler bütün gürültüyü yarıp kulağıma geliyordu. Başka bir köşede, ne olduğunu bilmediğim bir yaratığın haykırışları yükseliyordu.

Geber pis insan.

Hiçbiri umurumda değildi. Hayatımın en özgür yerindeydim. Zeminde yaptığım alıştırmaları yöneten, belinden aşağısı örümcek gibi olan altı bacaklı adamın beni kamçılaması yoktu şimdi. Sırtımdaki yaralar hala sızlıyordu. Ama özgürdüm. Ölüme en yakın yerde, hayatımın en canlı zamanını yaşıyordum.

Halatın diğer ucuna yaklaşırken geceleri duyduğum gürültülere benzetiyordum hemen altımdan yükseler sesleri. Beni kilitledikleri kafese yemem için attıkları pis kokulu bir kâse dolusu yemeği iğrenmeden tüketirken, çok uzaklardan gelen çığlıklara benziyordu. Hala saklanan birilerini buluyorlardı. Artık insanlar, eskiden onların yaptığı gibi yer altında saklanıyordu. Kim bilir, belki de bu döngü binlerce yılda bir gerçekleşiyordu. Bir dönemde insanlar üstünken, bir başka dönemde diğerleri yeryüzüne hükmediyordu.

Çadırın en karanlık yerinde olmama rağmen, herkesin gözü üstümdeydi. Birkaç adım sonra yürüyüşümü bitirmiştim. Çadırı ikiye bölmüş olan aydınlık alt tarafından büyük bir küfür ve bağrışma sesleri yükseldi. Görmeyi istedikleri şey bu değildi. Ama sirk kuralları açıktı. Eğer becerebilirse, bir gün daha yaşamasına izin verilirdi. Taa ki yere düşene kadar.

Bugün şanslıydım. Gittikçe zorlaşan bu eğlence dedikleri sınavlardan daha fazla ne kadar şansım yaver gideceğini bilmiyorum. Arkamı dönerek ellerimi açtım ve beni nefretle süzen bütün gözlere eğilerek selam verdim. Yüzümde sinsi bir bakış oluştu. Memnun kalamayan seyircinin bana verdiği mutluluğun bakışlarıydı bunlar.

Ölümsüzlerin hükmettiği dünyada, bir gün daha yaşamaya hak kazanmıştım. Bu günü en güzel şekilde geçirmem gerekiyordu. Yapacak çok şeyim yoktu ama umutlar asla tükenmezdi. Hak ettiğim bu gün, belki son günüm olacaktı. Belki de, yepyeni bir hayatın ilk günü…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...