Sunucunun megafonda yükselen sesiyle gözlerimi
kapatmıştım.
Ve
karşınızdaaa, Yaseldin.
Zihnimi boşaltmam gerekiyordu. Yapmayı öğrenmek için
zorlandığım şeye konsantre olmalıydım. Haykırışlar ve ıslıkların uğultulu
olarak kulağıma geldiği bu kapalı yerde, olabildiğince sakin kalmalıydım.
Gözlerimi açtığımda yirmi metre yüksekliğindeki çadırı
ayakta tutan iki direkten birinin neredeyse tepesinde olduğumu hatırladım.
Üzerinde durduğum yuvarlak, tahta zeminden karşıki direğe gerilmiş halatın tam
önündeydim. Burnumdan derin bir nefes alarak kollarımı açtım. Gözlerimi
kapatarak halata doğru ilk adımımı attım. Üzerime geçirdikleri beyaz, bedenime yapışan
giysi rahatsız edici olsa da, halatın üzerinde yürümem için gerekli dengeyi
bana sağlıyordu.
Altı yıldır buradaydım. Tehlikeli birçok şey yaptırdılar
bana. Korku dolu yılların ardından her şeye alışmıştım. Belki de artık
umursamıyordum. Ölmek beni eskisi kadar korkutmuyordu. Nasıl olsa, çok geç
olmadan bir şekilde ölecektim.
On iki yaşındaki bir kız çocuğu için güzel cümleler
değildi bunlar. Ama ben diğerlerinden farklıydım. Onlar gibi yaşamayı hak
etmiyordum. Onları eğlendirmek için bir araçtım sadece.
İpin üzerinde bir adım daha attığım zaman altımdaki ışık
denizi gözlerimi kör edercesine parlamaya başlamıştı. Flaşların patladığı,
herkesin küfürler edip, ıslıklar çalıp, bağrışmalarının yankılandığı bu yer,
hayatımda en sevdiğim alandı. Burada herkesten uzaktaydım. Onların nefretle
ölmemi istercesine bağırışlarından başka hiçbir şey beni incitmiyordu burada.
Çadırın en karanlık, diğerlerinden en uzak yeriydi burası. Ölüme en yakın
olduğum, ama yaşamayı en çok sevdiğim yerdi burası.
Bu sirk çadırına ilk geldiğim zamanları hatırlıyorum.
Altı yıl önceydi. Büyük isyan başlayalı bir ay olmuştu. Masallarda anlatılan
binlerce yaratık saklandıkları oyuklardan çıkarak yeryüzünü istila etmişlerdi.
İnsanların, çoğuna hayranlık besledikleri yüz binlerce canavar, hak ettiklerini
iddia ettikleri hayat için bizleri yok etmeye başlamışlardı. Hala bir yerlerde
kendilerini savunmaya çalışan insanlar olduğunu duyuyorum. Ama çok sürmeyecek.
Onları da avlayacak ölümsüzler ordusu.
Şehri istila ettiklerinde ailem, son tahliyeye
katılmamanın pişmanlığını yaşıyordu. O yaratıkları bir ay içinde ortadan
kaldıracaklarını söyleyen hükümetler yanılmıştı. Onlar her yerdeydi. Her
ayrıntıyı hesaplamışlardı. Dünyayı yok etmek için sadece yeryüzüne çıkmaları
yetmişti.
Şehrin büyük bölümü istila edilmişti. Yaşadığımız
apartmana kadar geldiklerinde, annem beni giysi dolabına saklamış, babam ise çiftesini
dolduruyordu. Ardından yatak odasından çıktı. Annem, endişeyle, ayakta
elleriyle ağzını kapatmış şekilde bekliyordu. Kapalı dolabın içine doğru titreyen
sesiyle konuşup beni sakin tutmaya çalışıyordu.
Ne
olursa olsun oradan çıkma kızım. Ne duyarsan duy ses çıkarma. Seni alacağım
tamam mı. Ses çıkarma yavrum. Her şey düzelecek.
Sesi gittikçe incelmişti. Ağlıyordu. İnanmadığı sözler
vererek beni kurtaracağını düşünüyordu. Kim olsa onun yaptığını yapardı nede
olsa.
Cam kırılması sesinin ardından iki el tüfek sesi
yükselmişti. Sonra babamın çığlığı geldi. Ardından yere düşen sert bir top sesi
gibi bir gürültü. Ve hemen peşinden, sonraki iki dakika boyunca nefes almamı
unutmama neden olacak sesler.
Ne
olur beni öldürmeyin. Ne isterseniz…
Ve sessizlik. Vampirlerin benim kokumu almaları çok uzun
sürmemişti. Dolabın içinde çaresizce bekleyen kız çocuğunu yanlarına
almışlardı. Merhamet için değil. Onların eğlencesi olmam için eğittiler beni.
Sirkte inanılmaz numaralar yapan bir köpeği izlerken kapıldığımız heyecana,
onlar insan yavrularını izlerken kapılıyorlardı. Güçsüzdük. Çaresizdik. Bir
insanın ip üzerinde yürümesi dahi büyük yetenek gösterisiydi onlar için.
Halatın ortasına vardığımda, aşağıdaki küfürler ve ıslıklar
daha da artmıştı. Bir kurt adamın kükremesi ile sentorun ön ayaklarını yere
vurarak çıkardığı sesler bütün gürültüyü yarıp kulağıma geliyordu. Başka bir
köşede, ne olduğunu bilmediğim bir yaratığın haykırışları yükseliyordu.
Geber
pis insan.
Hiçbiri umurumda değildi. Hayatımın en özgür yerindeydim.
Zeminde yaptığım alıştırmaları yöneten, belinden aşağısı örümcek gibi olan altı
bacaklı adamın beni kamçılaması yoktu şimdi. Sırtımdaki yaralar hala
sızlıyordu. Ama özgürdüm. Ölüme en yakın yerde, hayatımın en canlı zamanını
yaşıyordum.
Halatın diğer ucuna yaklaşırken geceleri duyduğum
gürültülere benzetiyordum hemen altımdan yükseler sesleri. Beni kilitledikleri
kafese yemem için attıkları pis kokulu bir kâse dolusu yemeği iğrenmeden
tüketirken, çok uzaklardan gelen çığlıklara benziyordu. Hala saklanan
birilerini buluyorlardı. Artık insanlar, eskiden onların yaptığı gibi yer
altında saklanıyordu. Kim bilir, belki de bu döngü binlerce yılda bir
gerçekleşiyordu. Bir dönemde insanlar üstünken, bir başka dönemde diğerleri
yeryüzüne hükmediyordu.
Çadırın en karanlık yerinde olmama rağmen, herkesin gözü
üstümdeydi. Birkaç adım sonra yürüyüşümü bitirmiştim. Çadırı ikiye bölmüş olan
aydınlık alt tarafından büyük bir küfür ve bağrışma sesleri yükseldi. Görmeyi
istedikleri şey bu değildi. Ama sirk kuralları açıktı. Eğer becerebilirse, bir
gün daha yaşamasına izin verilirdi. Taa ki yere düşene kadar.
Bugün şanslıydım. Gittikçe zorlaşan bu eğlence dedikleri
sınavlardan daha fazla ne kadar şansım yaver gideceğini bilmiyorum. Arkamı
dönerek ellerimi açtım ve beni nefretle süzen bütün gözlere eğilerek selam
verdim. Yüzümde sinsi bir bakış oluştu. Memnun kalamayan seyircinin bana verdiği
mutluluğun bakışlarıydı bunlar.
Ölümsüzlerin hükmettiği dünyada, bir gün daha yaşamaya hak
kazanmıştım. Bu günü en güzel şekilde geçirmem gerekiyordu. Yapacak çok şeyim
yoktu ama umutlar asla tükenmezdi. Hak ettiğim bu gün, belki son günüm olacaktı.
Belki de, yepyeni bir hayatın ilk günü…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder