3 Mart 2012 Cumartesi
Mülksüzler - The Dispossessed
The Dispossessed, bir bilimkurgu romanı olarak 1974 yılında, Ursula K. Le Guin tarafından yazıldı. 1975’te bilimkurgu dünyasının en önemli iki ödülü sayılan Hugo ve Nebula ödüllerini aldı. Böylece Ursula K. Le Guin, 1974 yılının en iyi bilimkurgu romanını yazmış olma şerefine sahip oldu. Yalnızca bu kadar mı? Geçen yıllar içinde ve geriye doğru bakıldığında “bilimkurgu romanı” denilen türün tarihi boyunca, The Dispossessed’in önemine yaklaşan pek az roman var.
Şu ana kadar romandan hep İngilizce adıyla sözetmemin bir nedeni var: The Dispossessed, İngilizcede bir dizi anlamı bir arada barındırıyor ve ne romanın Türkçesine verilen Mülksüzler adı, ne de akla gelebilecek bir dizi başka ad (bu konuda birden çok insanın uzun süre kafa patlattığı bilinir.) bu anlam zenginliğini karşılayabiliyor. Öncelikle The Dispossessed, Dostoyevski’nin İngilizceye The Possessed adıyla çevrilen romanına bir cevap. Bu romanın Türkçe adı Ecinniler.
The Possessed; İngilizcede “sahip olunanlar” anlamına geliyor, aynı zamanda da “ruhuna şeytan girmişler”. Dostoyevski’nin romanını okuyanlar bilir, Ecinniler’de bir anarşist grubun maceraları anlatılır. Le Guin, romanının adını Dostoyevski’nin romanının tam zıddı olarak koymuş (İngilizcede “dis-” öntakısı kelimeyi tersine çevirir, olumsuzlar). Demeye çalıştığı şey sanırım şu: Anarşistler öyle “ruhu cinler tarafından ele geçirilmiş” şeytansı yaratıklar değildir, onlar sahipsizdir, ne şeytan, ne de insan onlara sahip olamaz. Ama adın sorunları burada bitmiyor. “The Dispossessed” aynı zamanda “Mülksüzler” demek, ki bu Le Guin’in tasvir ettiği anarşist toplumun en önemli özelliğini oluşturuyor. Anarres sakinleri ne bir şeye sahipler, ne de sahipleri var; emir almıyorlar ve vermiyorlar, iki anlamda da özgürler: hem üretim araçlarından özgürler, hem de devletten, patrondan, yöneticiden özgürler.
Romanın adı konusundaki bu açıklama, Le Guin’in öyle Dostoyevski’yi kolayca harcadığı yolunda bir izlenim uyandırmasın. Tersine, Le Guin’in romancılığındaki, yazarlığındaki en önemli etki Dostoyevski’den geliyor. Mülksüzler’le yakın bir zamanda yazdığı The Ones Who Walk Away From Omelas (Omelas’ı Terkedip Gidenler) öyküsü, bir Dostoyevski sorusu üzerine kurulu: "Bir kentin mutluluğu her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?" Omelas adlı kentin insanları, işkence sırası kendilerine gelene kadar bu soruyu pek sormasalar da, sıranın kendilerine geldiği günden sonra kentin mutluluğunu paylaşamaz oluyorlar ve Omelas’ı terk edip gidiyorlar.
Mülksüzler, bir dizi zıtlık üzerine kurulu. Bu zıtlıkların en başında ikiz dünyalar olan “Anarres” ve “Urras” geliyor. Bu iki dünya bir ikili sistem oluşturuyorlar, birbirlerinin etrafında dönüyorlar. Her biri ötekinin “ay”ı. Hangisinin ay, hangisinin dünya olduğu, ne taraftan baktığınıza bağlı. Dünyalardan biri verimli, diğeri çorak; biri özgür, diğeri sınıflı ve sömürülü; biri “anarşist”, diğeri “arşist” (devletçi, yönetimci, hiyerarşik). Roman iki yolculuk üzerine kurulu: Biri gidiş, diğeri dönüş. Ama aslında “gidiş”, eski dünyaya bir “dönüş” zaten. “Dönüş” ise aslında, farklı bir insan olarak, farklı bir dünyaya “ilk kez gidiş”.
Urras, ikili gezegen sistemindeki hayatın başlangıç noktası, Anarres’e gidenlerin eski dünyası. Anarres, doğal kaynaklarının azlığı, kıtlık ve kötü iklim koşullarına sahip yeni dünya. Anarres’in anarşistleri ise bu kıtlığı paylaşıyorlar. Üstelik onların içinde de iktidar heveslileri, bürokrat özentileri var.
Le Guin bize bu romanda mükemmel bir toplum tasvir etmiyor, tersine, tüm eksiklikleriyle bir yeni dünyayı ve tüm sevilebilir yanlarıyla bir eski dünyayı karşı karşıya ve yanyana karşımıza koyuyor. Bir tercih yapmamız için değil, ikisine birden bakarak kendimize bir umut ufku oluşturmamız, yeni dünyaya eski dünya üzerinden, geri dönerek varmamız için. Çünkü, Tau Ceti yıldız sisteminin Urras gezegeninin bir ülkesinde doğan bir düşünür olan Laia Odo, bize "gerçek yolculuk geri dönüştür" diyor.
Le Guin’in kahramanı Shevek, işe tasarlanmış bir yeni dünyada başlıyor, ama ilk adımı eski dünyaya gitmek, onu tanımak, kavramak ve eleştirmek oluyor. Ancak bundan sonradır ki yeni dünyasına geri dönebilir ve ütopya somut bir gerçeklik olarak anlam kazanabilir. Shevek’in önce eski dünyaya, Urras’a, sonra yeniden yeni dünyaya, Anarres’e, tabiri caizse bir ring seferi yapması bir kısırdöngü, bir kuyruğunu yiyen yılan hikayesi değil. Dönülen yeni dünya, bırakılan yeni dünya değil, Shevek’ten sonra eski dünya da aynı kalamayacak. Çünkü bu yolculuk birkaç duvarı yıkmayı gerektiriyor. İnsanları, dünyaları, ülkeleri, kültürleri birbirinden, bugünü dünden, bugünü yarından ayıran duvarları. Le Guin’e göre ikide bir gelip tosladığımız duvarlar, bugünümüzü yaşanmaz kılan engellerdir. Bir birey olarak çevremizi saran, devletin, kapitalizmin ya da yalnızca “kamuoyu önyargısının”, çoğunluk kanaatinin duvarlarını yıkmak yeterli değildir. Ulusları, ülkeleri, dünyaları ayıran duvarları yıkmak da yeterli değildir. Kendimizi kendimizden, anı zamandan ve hangi toprak parçasında, hangi gezegende yaşarlarsa yaşasınlar tüm canlı varlıkları birbirinden ayıran duvarlar ki bunlar sonsuza uzanıyor, yıkılana kadar her birimizin birer “olumsuz, tersine duvarcı ustası” olmamız gerek Le Guin’e göre. Bu duvarları etrafımıza devletin, bürokratların, kapitalistlerin, askerlerin mi ördüğü, yoksa bizim mi kendimizi duvarlar arasına hapsettiğimiz, sonuçları açısından fark etmiyor. Çünkü, Tau Ceti yıldız sisteminin Anarres gezegeninde doğan fizikçi/isyancı Shevek’in dediği gibi; "içeri kapamak, dışarıda bırakmak, aynı şey."
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder